30 Mart 2011 Çarşamba

Doğum Günü Partisi

     Cem Davran yazıyordu, Jülide Kural yazıyordu, Bahtiyar Engin yazıyordu... Ah nerden başlasam, nasıl anlatsam... Bir de Nobel Ödüllü yazar Harold Pinter'ın da adını okuyunca Ümraniye Sahnesi'nde oynayacak olmasına rağmen büyük bir heyecanla yanıma yedi arkadaşımı da ayartıp yollara düşüyorum.
     Nerden başlasam nasıl anlatsam dedim ya, sanırım yollarda nasıl da süründüğümüzden bahsetmeliyim öncelikle. Söz konusu hat 14B, binip de akbil basan ellerim kırılsaydı keşke, otobüse binip Kadıköy Rıhtım'dan 18.40 aracıyla ayrılıyoruz ve yola koyuluyoruz. Sabah yine aynı hattı bir ara okuldan Kadıköy'e doğru kullanırken muavine ne kadar süreceğini sorduğumda 70 dak. gibi bir cevap aldığımdan, gider orda bir şeyler yeriz, belki oturur birer çay içeriz falan düşüncesiyle yoldayız. Saat 20.10: Şoförün yanına gidiyorum, sahneye daha ne kadar olduğunu soruyorum, trafiğin ortasında 5 cevabını alınca şoke olup "İnsek yetişir miyiz ki, ilk perdeye giremeyeceğiz bu gidişle" diyorum, aldığım cevap "Benden önce gidemezsiniz" oluyor. Araç belediye otobüsü, halk falan değil yani, tüm karamsarlığımızla oyuna beş dakika kala otobüsten inip koşmaya başlıyoruz. Yerlerimize oturuyoruz ve ne yemek, ne çay ne de lavabo görmeden oyun başlıyor.
     Sahne tasarımı çok hoş, hatta çok yaratıcı; fakat salonun eğimi sahnedeki dekorun eğimi kadar yok; her kata iki sıra koltuk yerleştirilmiş, haliyle de önünüze benim gibi saçlarını dikmekten hoşlanan bir bey oturduğunda sahnenin çeyreği görüş açınızdan çıkıyor. Burada oyun izleyecekseniz tek sayılı sıradan koltuk alın.
     Bana mı denk geldi bilinmez, Ümraniye Sahnesi'nin izleyicileri zorla bir piyesi izlemeye getirilmiş bir grup öğrenci gibiler. Kucaklarında haşır huşur poşetler, yüksek sesli kritikler, mızıldanmalar, muhabbet etmeler... Tamam oyunu beğenmemiş olabilirsiniz ama kimseyi de koltuğa bağlamıyorlar sonuçta orada. Bir daha o sahnede bir oyunun temsilini görmeye gitmeyeceğimi zannediyorum.
      Oyun mu? Ali Taygun bu eseri sahnelemeyi çok istemiş ama hep sansüre takılmış, o sebepten ayrıca bir değerli görülüyor tiyatro çevrelerince. Fakat ben ısınamadım, nereye varmaya çalıştıklarını anlamadım, bir komedi neden bu kadar uzun tutulur kavrayamadım. Cem Davran sahnede kah Mazhar oldu kah Recep İvedik. Olmadı, ne kadar Davran hayranlığım üstelese de kanırtmama rağmen içime sinmedi. Belki İngiliz esprileri vardı içinde Türkçe'ye çevirince manasız kaldı, belki de ben hiç İngiliz esprilerini anlamadım.Konu en geneliyle bir sistem hicviydi ama bence oyunun sonu yoktu, havada kaldı, karakterler çok plastikti. Yer yer cinsel espriler katılmış bir çocuk oyunu gibiydi. İsimlere aldanıp da gitmeyiniz, sıra buna gelene kadar Şehir Tiyatroları bünyesinde birçok sağlam eser var.

23 Mart 2011 Çarşamba

King Kong'un Kızları

     Bu oyunu göreli epey oldu aslında. Devlet Tiyatroları Cevahir 2. Sahne'deki galasına gazeteci bir arkadaşım sayesinde katılma fırsatı bulmuş, arka sıra denilebilecek bir koltuğa yerleşip neredeyse balkon yüksekliğinden izlemiştim. Oyunun şimdilerde turneden dönüp tekrar oynandığını okuduğum için duruma müdahale etmeye karar verdim.

     Söz konusu oyun bir Alman yazarın elinden çıkmış ve kendi memleketinde ödüller almış. Olay bir huzur evinde geçmekte. Sona iyice yaklaştıklarını düşündükleri yaşlıları zehirledikten sonra onların o nezih, saygı duyulası duruşlarına müdahale edip sözüm ona son yolculuklarına "ışıklarla" gönderen bakıcılar bu King Kong'un kızları. Türk aile yapısına ters oluşundan mıdır bilinmez öykünün huzur evinde geçmesinden duyulan rahatsızlık bir yana da o bakıcıların arasındaki diyaloglar ve davranış biçimleri yer yer öfke uyandırıcı oldu. o gece Suna Selen yine muhteşem performansıyla göz doldururken bir ara etkili sesiyle "Acıyor, acıyor!" diye feryat ederken içimde akan kin nehirlerini tasvir edemem.

     Bunları söyledim ama oyunu çok beğendiğim zannedilmesin, evet yer yer değişik duyguları hissettirmeye çalışmış olsa da bana çok boş ve sakız gibi sündürülmüş diyaloglarla doldurulmuş gibi geldi. İlk perdede yaklaşık olarak 20 dk. süren komodin muhabbetinin maksadını anlamadığım gibi bir yere bağlanmamış olması, yersizce serpiştirilmiş erotizm kokan konuşmalara hatta sahnelere varmış olması "seks sattırır" politikasıyla iyice şişirilmiş olduğunun kanıtı bence. Zaten nerede, nasıl bittiğini de anlamıyorsunuz. Havada kalıyor. Belki benim anlamadığım bir felsefesi vardı, durup dururken ödüller verilmiyor sonuçta ama belki de Türk bakış açısıyla bu yakalanamıyor. Garip bir oyun...
     Oyun bitince sahneye çıkan yönetmen Işıl Yücesoy'un yaptığı işten çok gurur duyduğu belliydi ama kinaye mi değil mi anlayamadığım "Devlet Tiyatrosu'na bye bye diyorum" cümlesi beni dumura uğrattı. Açıkçası Yücasoy'un jübile olarak bu oyunu seçmiş olması beni hayal kırıklığına uğrattı.



22 Mart 2011 Salı

Black Swan

     Sanırım sinemalar artık kaldırmaya başlamışlar ama ben ancak yazabiliyorum, belki DVD için fikre ihtiyaç duyarsınız. Öncelikle neden bu posteri seçtiğimi söylemek istiyorum: Çünkü filmi betimlemesi açısından bu en sağlam gözüktü bana, ayrıntılarında bilinçaltına "Hazır ol!" sinyalleri gönderiyor, ne beklemeniz gerektiğini biliyorsunuz.
     Sinemada her filmi izlemeyi sevmem, hakkını veren filmi bulmak ve memnun kalmak benim açımdan zordur; bu sebepten nadiren Türk filmi izlerim sinemada. Ama bu film beyaz perdenin hakkını vermekte çok başarılı, izlediğim iki saat boyunca hiç sıkılmamış olmakla birlikte ara çabuk bitse de başlasa artık moduna bile girdim. Ah bir de içimi kıvrım kıvrım kıvrandıran o kan ve tırnakları bir arada gördüğümüz sahneler de olmasaydı... Giderek anneme benziyorum galiba ya da yönetmen kamera oyunlarıyla hakikaten kendime olmuş kadar derinden hissettirebiliyor kareyi; bilemiyorum.
     Filmde Natalie Portman harikalar yaratıyor, olgunlaştıkça daha tadından yenmez bir oyuncu oldu. Filmi  izlerken hakkındaki ilk yorumum, dans sahnelerinde dublör kullandığı olmuştu çünkü çocukluğunda bale eğitimi almadığını biliyordum. Fakat öğrendim ki bu film için iki yıl boyunca bale eğitimi almış ve artık pisi pisi görmek istemediğini ifade etmiş; filmde ayakları nasırlıydı zaten, ben olsam ben de aynını derdim  herhalde. Oscar'ı sonuna kadar hak etmiş o yüzden.
     Ve film... Merkezde balerin kızımız; günden güne değişen psikolojisi, korkuları, yaptıkları, başarmaya çalıştıkları, mükemmeliyet takıntısı... Filmi izlerken Nina dışındaki her şeyi yüzeysel görüyorsunuz, yönetmen böyle istiyor, zaten Nina da böyle görüyor; sadece mükemmel olmak istiyor ve başaramamaktan korkuyor. Sonunda da karşınızda sağlam bir psikolojik gerilim buluyorsunuz. Konu çok klasik aslında ama yönetmen öyle başarılı ve anlatmayı öyle bir becermiş ki... Tadından yenmiyor. Bana sorarsanız filmin bazı yerlerini bilerek tam idrak etmeniz engellenmiş, çünkü Nina'da da aynı problem var; aynen onun bildiği ve gördüğü kadarını biliyorsunuz. O anlayamıyor, gerçek o mu bilmiyor; siz de bilmiyorsunuz. Spoiler vermemek için burada kesiyorum.
     Filmi izlemeden önce dikkat etmeniz husus yaş sınırının 15A olması yani "15 altı ebeveynleriyle izleyebilir" fakat ben yine de 15 altının da izlememesi gerektiği kanaatindeyim zira tam da psikoseksüel olarak etkilenmeye çok açık oldukları yaşlarda izlemelerini sakıncalı buldum. Bir de eğer Family Guy izleyenlerdenseniz benim gibi Mila Kunis (Meg Griffin seslendirmeni) konuşurken Meg'i bulacağınızdan garip duygulara kapılabilirsiniz.

19 Mart 2011 Cumartesi

Vahşet Tanrısı

      Bu oyun için yaklaşık altı aydır bilet kovalıyordum, Cennet Kültür Merkezinde'ki Küçükçekmece Devlet Sahnesi'nde yer bulunca bir buçuk saatlik yolu göze aldım ve gözüm kapalı aldım biletleri. Metrobüs sağolsun çok da zor olmadı Cennet'e ulaşmak ama kültür merkezinin girişi indiğimiz yöne ters olduğundan neredeyse tam bir daire çizdik kapıya ulaşana kadar. İçeride ise yeni olduğunu hissettiren çağdaş uygulamalar vardı.
     Yerime yerleştiğimde perde açıktı ve oyundan önce dekoru inceleme fırsatı buldum. Karşımda sıcak bir ev ortamı vardı; kırmızı laleler, ev tipi bar(oyunda lazım olacağını önceden okumuştum), sofistike bir oturma grubu... Oyun başladığında tartışma halinde iki çift görüyorduk. Gayet düzeyli olan aileler birbirlerinin çocuklarını haklı buluyor ve tatlı sona bağlamaya çalışıyorlardı. Bunu yaparken avukat olan beyin susmayan telefonu (ki zil sesini çok sevmiştim yoksa pek çekilir tarafı yoktu) bunu sürekli sekteye en son açılan Rom içlerindeki gerçek benliklerinin ortaya çıkıp maskelerini fırlatmalarına sebep oluyor. Alkolün etkisi egonun kontrolünü kaybedip idin ortaya çıkmasına sebep olurken karakterimizin aile yapımıza ve yetiştirdiğimiz çocuğa nasıl da doğrudan yansıdığını anlatmaya çalışan bir mizah karşımızdaki. 
     Bu kadar uzun beklediğimden midir bilinmez oyuncuların profesyonelliği olmasa izlemeye tahammül edilemeyecek bir konu, zira çok klasik; hem konu hem de tarz olarak. Belki de sorun benim yaklaşık iki yıldır yoğun olarak formasyon dersleri görmemden kaynaklı bu tip hikayelere gark olmuş olmam. Sahnede Freud tabanlı espri yapılmaya çalışılıyor adeta. Ayrıca okuduğum kritiklerde Tekindor'un performansı çok beğenilmiş fakat ben çok taşkın, çok abartı buldum. Sorarsanız ki "Çok mu kötüydü?", kötü diyemeyeceğimi belirtmeliyim ama kendisinden daha iyisini beklerdim. Ama oyunculuklar görülmeye değer, yılların birikimini iyi kullanmışlar.
     Diyorsanız ki: Ben gülmek istiyorum, konu çok da önemli değil; ben zaten klasik tarzda gülmeceleri severim, oyuncuların rollerinin hakkını versin yeter. Tam da aradığınız oyun fakat Çehov'un Çok Yaşa Komedi'si sizi bayıyorsa uzak durmanızda fayda var.


Frida Kahlo&Diego Rivera

     Kaçırmak üzere olanlar için güzel haberle başlayayım, sergi 27 Mart Pazar akşamına kadar uzatıldı. Ben geçtiğimiz Çarşamba günü Pera Müzesi'ndeydim ve o günün "öğrenciye beleş" olduğu müze politikası yüzünden içerisi tam bir ana baba günüydü. Resimlere uzun süre bakmayı, sindirmeyi severim fakat arkamda yığılan kalabalık yüzünden bu pek mümkün olmadı. Üstüne üstlük bir de Frida Kahlo hakkındaki filmi izleyip de yalan yanlış yorumlamış teyzelerin sağdan soldan duyduğum konuşmalarıyla biraz irite oldum. İnkar etmeyeceğim. O yüzden Çarşamba gününü tercih etmemenizi tavsiye ederim.
     Ben Frida'yı Rivera'dan daha yetenekli ve yaratıcı buluyorum ki sanırım birinin ismini diğerinin soy ismini kullanmamdan Frida'nın daha samimi olduğunu düşündüğüm fikrine kapılabilirsiniz, haklısınız. Bir kadın iç dünyasını elinde fırça, kalem, boyayla bize yansıtıyor ve bunu gerçekten ziyadesiyle başarıyor. O yüzden sergiyi anlatırken Frida odaklı konuşmaktan alıkoyamayacağım sanırım kendimi.
     İçerideki resimlere gelirsek, Gelman koleksiyonunun parçalarından toparlanan sergide en sık rastlanan tür Frida'nın otoportreleri. Tüm sergi düşünüldüğünde Frida denildiğinde akla ilk gelen Dorothy Hale'in İntiharıİki FridaMiscarriage in DetroitWhat the Water Gave Me eserleri yok belki ama gerçekten Frida'yı hissedeceğiniz birçok parça orda. Bunların dışında babası bir fotoğrafçı olduğundan, onun çektiği fotoğraflarla; ayrıca New York'ta çekilmiş başka fotoğraflarıyla da karşılaşabileceğiniz; kendisini canlı olarak birçok karede görme şansı elde edebileceğiniz sergide otoportrelerinde resmettiğinden daha güzel bir kadın olduğuna siz de ikna olacaksınız.
     Ben son olarak belgeseli izledim. Evet, içeride bir de "Frida'nın Yaşamı ve Ölümü" adlı yakın dostlarının ağzından Frida temalı bir belgesel var. Eğer kendisiyle ilgili fazla bilginiz yoksa, pek tanımıyorsanız, onu yalnızca bir Meksikalı aktivist sanıyorsanız resimlerini görmeden evvel o videoyu izlemenizi tavsiye ederim. Zira onu tanımadan resimlerini anlamak bazen zor olabilir. Çünkü hayatının, acılarının, özlemlerinin yansımasını aktarıyor tuvaline...






18 Mart 2011 Cuma

Çarlık Rusyası'ndan Sahneler

     Aylardır sergilenen bu parçaları ancak görme fırsatı bulabildim ki birkaç güne kaldırılacak zaten. Annemin gazetede bulup Ivan Şişkin resimlerine olan hayranlığı dolayısıyla burnuma dayadığı mürekkep kokan o üçüncü kalite kağıttan sonra özellikle onun yoğun isteği üzerine oradaydım. İyi ki de anlata anlata bitirememiş, zira ben de kısa tutmak istememe rağmen çok şey anlatmak istiyorum.
     Sergide beni en çok etkileyen tabi ki özellikle portrelerde vuruculuğunu arttıran gerçeklikti, sanki bir fotoğrafa dahi değil de bizzat o kareyle karşı karşıyaymışsınız gibi; gözlerinizin içine bakan insanlar, karşınızda uzanan yemyeşil bir orman, alev alev yanan evler... Beni en çok etkileyen parça galiba birçokları gibi Ilya Repin'in "What An Expanse-1903" (solda) parçası oldu ki o kirli denizin içinde bana hissettirdiği şahlanan özgürlük fikriyle beni benden aldı. Zamanın Rusya'sını betimlemek için mükemmel bir ide...

     Aslına bakarsanız her şeyi bana bıraktığınızda ben bütün resimlerin fotoğraflarını burada yayınlamaya kalkacağım ki bu çok etik olmayacağı gibi araya objektifin soğukluğu girdiğinden aynı etkiyi göremeyip benim etkilendiğim kadar etkilenemeyeceksiniz. Mesela sağdaki resim Vasily Maximov'un "Blind Master (1884)" adlı eseri ki ustanın gözlerindeki o boş bakışların sorumluluk bilinciyle doluşunu naparsanız yapın bire bir karşılaştığınızdaki gibi göremiyorsunuz.
     İçinizi karartmak gibi oluyor belki ama serginin neredeyse tamamı acı ve sefalet dolu; öyle ki insan olan her resimde biraz hüzün, biraz isyan, biraz pişmanlık var. Mesela Nicolai Bogdanov'a ait  "At the Doors of a School" (solda) adlı bu eserde kapıdaki çocuğa bakarken göremediğiniz o belki de çamura bulanmış o bembeyaz yüzünden boncuk boncuk yaşların süzüldüğünü hissedebilirsiniz. Benzer şekilde hemen üstteki küçük fotoğrafa tıklarsanız fotoğrafçasına derken ne demek istediğimi belki de daha iyi hissedebileceğiniz Nikolay Kasatkin'e ait "Orphaned(1891)" eserini göreceksiniz ki ben bu resimlerin bir arada sunulduğundan mıdır bilinmez tüylerim havada gezdim o kısmı. 
     Son olarak göstermek daha doğrusu yayınlamak istediğim parça ise Grigory Sedov'un resimdeki kumaşların hem cinslerini hem de yumuşaklıklarını, katlarını ve de insanların aklından geçenleri bize adeta hissettiren, gösteren ve okutan eseri "Ivan the Terrible admiring Vasilisa Melentieva" olacak. Ayrıca Çarlık Rusyası'ndan Sahneler sergisi için Pera Müzesi tarafından bastırılan broşür için tıklayınız. Son broşürler bittiğinden danışmada bulamadım ben.
Israrla yayınladığım eserlerin dışında not aldığımız birçok eser oldu:
Nikolay Koşelyev-Music Lessons(1865)
Kapiton Zelentsov- Painter Pyort Vasilyevich Basin's Studio (1883)
Vladimir Makovski- Bank Crash
                             -Father in Law(1888)
Abram Arhipov-on the Volga River (1889)
Mikhail Nesterov-Church Going Bell
Nikolai Sverchkov-Travellers (1865)
                            -Horses and Borzois Cought in a Snow Storm (1870s)
Ivan Şişkin-Palm Forest
                -Sunnyday Brook in Birch Forest(1883)
                -Before a Storm
Ivan Endogurov-Start of Spring (1885)
Ivan Pelevin-Firstling(1888)
Konstantin Makovski-Reaper(1871)
Leonid Solomatkin-Fire in the Countryside(1870s)
Akim Karneyev-An Unequal Wedding(1866)
Karl Lemokh-New Acquaintance (1885)
                    -Summer(with Congratulations) (1890)
Alexei Korzukhin-Crust of Bread(1890)
Ilya Repin-Barge Haulers on the Volga(1870-1873)
Valery Jacobi-Serene holiday of a beggar(1860)
Konstantin Savitsky-Dark People(1882)

1 Mart 2011 Salı

Buluşma Yeri

N'aparsam yapayım, ne dersem diyeyim bu oyuna anlatmak için hep eksik hep yetersiz kalacak... Söz konusu Koveçevic olduğunda kelimeler kifayetsiz gerçekten.
     Buluşma Yeri, Kovaçevic'in üçlemesinin ikinci oyunu. İlki olan İntiharın Genel Provası'nı görmüş olmama rağmen henüz size aktarma fırsatım olmadı. Fakat itiraf etmeliyim ki bundan çok daha fazla etkilendim. Oyunun başlamasına 5 dakika kala kapıdan giriyorum ve kulağıma çalınan orkestra sesiyle ambale olmuş bakışlarla çok geçmeden kendimi bir düğünün ortasında buluyorum. Öyle ki cebimden telefonumu çıkarıp fotoğraflarını çekmeyi bile akıl edemiyorum.
     O düğünle birlikte salona giriyoruz şen şakrak, karşımızdaki sahne tasarımı arkeolojik buluntulara meraklı beni mest ediyor. Bizi karşılayan düğün arkada devam ederken silahlar patlıyor, önde ise hasta yatağındaki Profesör hakkındaki konuşmalara savaş hakkındaki yorumlar katılıyor ve... Gerisini anlatmak istemiyorum pek zira gidip görün istiyorum.
     Sezai Aydın'ı küçüklüğümde Kaynanalar'da izler ve samimi ya da çocuk aklıyla sevimli bulurdum. Şimdilerde Yahşi Cazibe'de Bay Hayatta Üç Şeyden Nefret Ederim nam-ı diğer Hulusi Bey yılların tecrübesini bence pek yansıtamıyor, öyle ki Bora Seçkin almış başını yürümüş bu oyunda sonrasında da Selçuk Soğukçay; oyunu referans alırsak Savskiler... Yanko Savski'nin ilk perdenin sonunda söylediği etinize batan cümleler gerçekten canınızı yakıyor: "Bugün dünyada her saniye açlıktan bir insan ölüyor. Tıp hiçbir zaman tedavi edilemeyecek en tehlikeli ve modern dünyanın ölümcül hastalığının 'açlık' olduğunu kabul etmeyecek. Kabul etmez. Çünkü ilaç, o hastalık konusunda susmaları için para verenlerin elinde."
     Buluşma yeri; sonsuzluk yeri aslında, nerede olduklarını bilmeyen ama oradan kurtulmak isteyen, yaşarken bir şeylerin kıymetini bilememiş ve hayatta olanların aynı şekilde yaşadığını bilerek azap çeken, tabutlarını sırtlarında taşıyanların yeri... Zincirlerini boyunlarında taşıyanların yeri... "Ölümden önce hayat var mıydı?" diye soranların yeri...
     Aslında oyun tam bir denge içinde; gülmek istiyorsanız, ders çıkarmak istiyorsanız, dram görmek istiyorsanız hepsini herhangi birinin diğerine üstün geldiğini hissetmeden görebileceğiniz bir oyun. Ama benim aklımda kalan en net cümle şu oldu: "İnsanlık tarihi ölülerin tarihidir aslında..."
     Buluşma yerindekilerin hep bir ağızdan söyledikleri şarkı da çok çarpıcı, sizin için bulup yapıştırıyorum, çünkü ne ezberleyebildim ne de ordayken tam olarak seçebildim bazı kelimelerini:
kiraz açar bayırlarda
artık ilkbahar da yolda
her şey aynı memlekette
her şey aynı ülkemde
sadece ben yokum artık


asma yeşillenir ince ince ince

eski damı sarar o güzelce o güzel



kiraz açar bayırlarda

artık ilkbahar da yolda
her şey aynı memlekette
her şey aynı ülkemde