5 Mayıs 2011 Perşembe

İBB Şehir Tiyatroları

     23 Nisan'da Musahipzade Celal Sahnesi'nde Zırhlı Kurt'u görmeye gittiğimde bir sonraki ayın biletleri 23'ünde satışa sunulduğundan heyecanla gişede Mayıs düzenini görmeye gittim. Asılmamıştı henüz... Hemen sordum memura: Mayıs biletleri ne zaman satışa sunulacak?, başını kaldırmadan "Mayıs'ta oyun yok" dedi. Halbuki aklımda daha üç oyun vardı benim... Seneye kısmet artık değil mi? 
     Kısacası İBŞT perdelerini yeni sezona kadar kapadı dostlar. Gönül isterdi ki geçen seneki gibi en azıdan bir kaç oyun ilaç niyetine konsaydı belirli sahnelere... Neyse ki Devlet Tiyatroları, DOB ve özel tiyatrolar hala temsillere devam ediyor. Onlar da kapanmadan gördüklerimi size iletmeye çalışacağım.

20 Nisan 2011 Çarşamba

Romeo ve Juliet

     İki salkım ip, iki metre kumaşla Romeo ve Juliet yapılır mı, deli derler adama!
     Söz konusu bir Shakespeare oyunu olduğunda hep bir "Acaba..." cümlesi uyanır insanların zihninde. Söz konusu Shakespeare olunca çevirinin sağlam olması fazlaca önemlidir. Onun söz sanatlarını yitirmeyeceksin, aynı tadı vereceksin Türkçe'de. Gerçekten çok zor bir iş, çevirince de fazla süslü cümlelerden rahatsız olmasına engel olacaksın Türk'ün. Ayrıca zor bir iş bu.
     Fakat bu oyunda süslü kelimelerden, Shakespeare'in ağdalı cümlelerinden oldukça sıyırmışlar oyunu. Ara ara Romeo ve Juliet'in unutulmaz replikleri ağır ağır veriliyor, onun dışında sanki sen veya ben konuşuyormuşum gibiler. Seyirciyi yormamaya özen gösterilmiş, modern bir yorum olmuş; bunu sahne tasarımından ve kostümlerden de gözlemlemek mümkün.
     Oyun Montague ve Capulet kavgasıyla başlıyor doğal olarak. Birazcık anaokulunda tanık olduğumuz kavgalara benziyor ama modern yorum dediğimizde bunu göz ardı etmek gerek. Aslında konuyu anlatmama gerek yok sanırım, spoiler verme korkusu da gözetmiyorum; sonuçta Romeo ölecek, hepimiz biliyoruz.
     Söz konusu Mert Turak olduğu zaman bende akan sular durur, o sebepten oyuncular arasında onun ismini okuduğumda "Bu oyunu görmeliyim" derim, beni hayal kırıklığına uğratmıyor yine ve oyunculuğuyla göz dolduruyor. Ece Özdikici'nin ise Juliet rolüyle "Genç Yetenek" ödülünü aldığı düşünülürse üzerine fazladan yorum yapmaya da gerek yok. Ama bu oyunda en büyük alkışı tabi ki dadı rolüyle Hikmet Körmükçü hak ediyor.
     Bana sorarsanız Kemal Başar hakikaten başarmış. Yılların aşkına tango yaptırmış, ailelere rock müzikte kavga ettirmiş, zımbalı kotlar giydirmiş. Kısacası daha çok kremalı ama daha az bayan hale getirmiş. Herkes Shakespeare izleyemez ama o herkesin sıkılmadan izleyebileceği bir Romeo ve Juliet çıkarmış ortaya. O zaman haydi herkes doldursun salonu, Romeo ölmeli çünkü...


Oyunun İBŞT sayfasına gitmek için tıklayınız.

Pir Sultan Abdal

     Galasında görme fırsatı bulduğum oyundan ne beklemem gerektiğini bilmiyordum. Lisedeki Tarih derslerinde bir asi olduğu öğretilmişti sadece; "Devletlümüz"e karşı geldiği...
     Sahnede bir koyun postu var, üzerinde ise bir gül... Dekor çok sade, U şeklinde dizayn edilmiş merdivenler var; renk ise haki. Kendinizi bir bozkırda hissedebilirsiniz. 
     Oyun o postun etrafında bir dansla başlıyor, kostümlerin rengi dekorla bütünleşirken hareketliliği ise dansın göz doldurmasını sağlıyor. Dans biterken ise postu sırtlayıp üzerindeki gülün altını çiziyorlar. 
     Derken sahne kararıyor ve saz eşliğinde türkü dinlemeye başlıyoruz. Bir sahne bir türkü diye devam ediyor oyun. Normalde halk müziğini özellikle dinleyen bir insan değilimdir fakat gerçekten türküleri söyleyenin sesi öyle spesifik ki doyamıyorum. Bir de söz konusu Pir Sultan Abdal olunca onun sözlerine ve güfteleşmiş şiirlerine doyuyoruz.
      Ben Trakya'da Hanefi bir ailenin çocuğu olarak büyüdüm, dolayısıyla Alevi tanıdıklarımız pek yoktu; adetlerini, ritüellerini pek bilmediğim  gibi öğrenebileceğim bir ortama da giremedim. Fakat oyunda bir Cem Ayini'ne tanık oluyoruz ki beni gerçekten mest etmeyi başarıyorlar. 
     Galaların geneli alkış kıyamet olur, seyirci oyuncular selam vermeye başladıktan sonra ayağa fırlar ama bu oyundaki alkışlar ayrı bir canlıydı. İnsanların yüzlerindeki tatminkar bakışları kelimelere dökemiyorum. Ben dahil birçok seyircide gördüğüm ya da duyduğum şey ise şuydu: Ben Pir Sultan Abdal'ı tanımıyormuşum. Kanuni zamanını sadece "Muhteşem Yüzyıl"la tanımaya çalışanlardansanız mutlaka gidiniz, zira göreceksiniz ki Hürrem Sultan Şehzade Mustafa'nın kellesiyle uğraşırken halk Fransız İhtilal'i öncesi Fransa'sını yaşamaktaymış. 
      Uzun lafın kısası, oyun türkülerle taçlandırılmış insana bir şeyler katmayı başaran 140 dakika-2 perdelik bir oyundu. Doyabildiğimi ise asla söylemem.   



Pir Sultan Abdalım can göye almaz
Haktan emir olmasa rahmet yağmaz.
Şu ellerin taşı bana hiç değmez
İlle de dostun bir tek gülü yaralar beni




11 Nisan 2011 Pazartesi

Birdy

     Geçtiğimiz ay Tiyatro Günü'nde gördüğüm fakat ancak size yazma fırsatı bulduğum oyun Birdy. Uzun zamandır beyaz kuş kanatlarının dikenli tellerle çevrilmiş afişine bakakalıp gitme fırsatı bulamamaktan yakınırken arkadaşımın beni davet etmesiyle zevkten dört köşe olup Cevahir I. Salona yine son dakikasında ulaşarak yerime kuruldum. O kadar yorulmuştum ki arkadaşımın Basın forsunu kullanmasına fırsat tanımadan oturdum ve sonrasında hiç kıpırdamadım (= (Beni cezbeden afişi bulup koyamadım, eseflerimle bildirmek durumundayım)
     Oyundan önce gün özel olduğundan Ali Poyrazoğlu'nun "Tiyatro" hakkındaki bir yazısını okuyor bize oyundaki hademe, "Biz olmadan burda bir gösteri olmaz ama siz olmazsanız biz de olamayız" temalı yazı bittikten sonra oyun başlıyor. "Dünya üzerinde savaş olmayan sadece 11 gün var" cümlesini duyduysanız, doğru salondasınız.
     Düşünebildiğimiz için uygarlık denen bu kafesi inşa ettik, şimdi bu kafesten kurtulmak için düşünmek zorundayız.
     II. Dünya Savaşı sonrası İngiltere'sindeyiz. Sahne tasarımı bir savaş karşıtı oyun için mükemmel derecede soğuk, söz konusu mekan bir askeri akıl hastanesi olunca cuk oturmuş diyebilirim. Tasarım iki katlı; üst katta Birdy ve çocukluk arkadaşı Alfonzo'nun ilk gençlik yıllarındaki anılarına tanık oluyoruz, alt katında ise bugünlerindeki dramlarına. Birdy eskiden beri kuşlara meraklı bir insan ve savaş sonrası travma zamanında kendi özgürlüğünü bir kuş olarak bulmuş, psikolojik olarak insan olduğunu unutmuş... Arkadaşı ise onu bu durumdan kurtarmak, mental dengesini geri kazandırmak için akıl hastanesine gelmiş; anılarını hatırlayıp(hatırlatıp) o eski günlerdeki gibi yine mutlu olmak istiyor ama kendisi de savaşta fiziksel yaralar almış, çenesi kırık ve yüzü gözü sargı içinde. Savaşın onu yaşayanlardan neler götürdüğünü görmek için yazılmış ve layıkıyla oynanmış bir oyun olmuş.
     Oyunculuklar mükemmel, hele ki bir kuş rolü yapan Hakan Yufkacıgil benim de psikolojimi bozmayı başardı; neredeyse ikinci perdenin sonuna kadar boş bakıp öylece çömelmiş olarak dururken tam bir kuştu. Can Yılmaz ise sargılardan yüzü gözü gözükmeyip mimiklerini tam manasıyla verememesine  rağmen cesaretiyle içimize işledi. Genç Birdy rolüyle birçok insanı hakkında konuşturan genç yeteneğin adı ise: Onur Demircan.
     1984 yapımı aynı isimli filmi izlememiş biri olarak ben oyunu çok sevdim, hele ki Birdy ve Al ikilisinin sahip olduğu türden bir arkadaşlığım olmadığından ya da şöyle söyleyeyim: onlar kadar gençken böyle bir arkadaşım olmayıp hiç o kadar eski dostum olmadığından ayrı bir etkilendim. Görmenizi şiddetle tavsiye ederim.


2 Nisan 2011 Cumartesi

Tehlikeli İlişkiler

     Bu sezon izlediğim en iyi oyunlardandı diyebilirim sanırım. Garip bir şekilde en sevdiğim oyunları Muhsin Ertuğrul Sahnesi'nde gördüm, bu da salona daha bir ısınmama sebep oldu. Bugün oyununun Afife Jale Ödüllerine tam 5 dalda aday olduğunu okuduktan sonra yazmaya karar verdim.
     Yerime yerleştiğimde görüyorum ki son zamanlarda görmeye alışık olduğumuz gibi perdesiz bir sahne bekliyor bizi. Fakat karşımızda tüm sahneyi kaplayan üç dev ayna var ve bir duvar gibi karşımızdalar. Ben biraz kendime baktım, biraz da arkamdaki hareketleri çok meraklı gözükmeden izleme fırsatı buldum :) Ayna dediysem aklınıza camdan aynalar gelmesin, öyle olsa nakliyesi zor olurdu çok; o yüzden tahta plakalara yapıştırılmış dev yansıtıcı stickerlar düşününüz. Tam yansıma sağlayamıyorlar o yüzden, oyunun bitmesine yakın buna şükrediyorsunuz zaten.
     Oyun başladığında tüm dekorun aynalardan ibaret olduğunu görüyorsunuz, beş dev ayna... Aynalar dönüyor, oyuncular yürüyor; gördüklerinizin hangisi gerçek hangisi yansıma anlayamıyorsunuz (ki oyunun  temsili olarak mükemmel bir yorum) sonra birden aynalar kapalı kalıyor. Solda bir kadın mektup okuyor, cümlelerin bağlanışından aralarındaki ilişkinin boyutunu pek anlayamıyorsunuz. İşte o ilişkiden korkun. Çünkü birazdan mektubu yazan Valmont gelecek ve Fransız aristokrasisinin bütün çürümüş ahlakını gözler önüne serecek. Sosyetenin içinde yapılan politikayı, takılan maskeleri, içlerinde yanan nedensiz intikam hislerini ve bir kadının onurunun yalnızca eğlence için nasıl da ayakaltı edileceğini göreceksiniz. İkinci perdede değişen kostümlerle yalnızca Tourvel'in beyazlarla kalması tesadüf değildi ve ben öyle herkesi siyahlar içinde görünce arkadaşıma "Cenaze var galiba?!" demiştim. Choderlos de Lacros'un kitabını okumadım fakat oyuna çeviren Christopher Hampton gerçekten çok başarılı oyuna çevirmekte bence çünkü bir romanı oyuna çevirmek gerçekten meşakkatli bir iştir. 
     Oyuncuların hakkını yememek lazım tabi burada, aslında teatral anlamda gayet klasik oynuyorlar, o bakışlar, o duruşlar ama moderniteden uzaklaşılmamış çok. Kostümler mükemmel, tam anlamıyla 18. yy Fransa'sındasınız. Avrupa Yakası'nın Cem'i Levent Üzümcü, tüm ihtişamıyla bir kont olarak karşımızda, o pısırık Cem'den eser yok; tam bir oyuncu dedirtiyor. Tüm entrikaları doğuran kadın Merteuil olarak Şebnem Köstem çok başarılı; bir o kadar başarılı olan isim Tourvel olarak içimizi parçalayan, yerlerde sürünen, konuşma metninin olmadığı sahnelerde bile mimikleriyle karakteri ta derinimizde hissetmemizi sağlayan kadın Selin İşcan. Henüz çocukluğundan tam kurtulamamış ama kadın olmanın nasıl bir şey olduğunu merak eden, manastırdan yeni dönmüş kızımız Cecile'de ise Ece Özdikici var ki zaten yine bu "bakire" portresi çizdiği Juliet rolüyle Genç Yetenek Ödülü aldı geçtiğimiz hafta. Aslında herkes çok iyi ama aralarında Tomris İncer'in adı bile yeter sanırım.
     Kısaca; gidiniz, gidiniz, gidiniz... Hatta fazladan bir bilet daha alın, yanınıza da beni alın; alelade bir son beklemiyor sizi -ki ben sonunu bilmeme rağmen bir kez daha görmeye hazırım- yalnızca o aynaların oyuna kattığı çeşniyi tatmak için bile gidiniz(Ama benim tavsiyem -İBŞT'nin hakikaten birçokları gibi beni şaşırtarak sevişme sahnelerini çıkarmamasından ötürü- liselilerin grup olarak gelemeyeceği bir temsili tercih ediniz, yoksa Valmont dudaklarını her kadına dokundurduğunda gürültüye maruz kalacaksınızdır.) Oyunu göremeyecek kadar yoğunsanız, başka bir şehirden okuyorsanız aynı isimli Hollywood yapımı bir filmi de mevcut ama şuanda bendeki etkiyi bulabilir misiniz bilemem...

30 Mart 2011 Çarşamba

Doğum Günü Partisi

     Cem Davran yazıyordu, Jülide Kural yazıyordu, Bahtiyar Engin yazıyordu... Ah nerden başlasam, nasıl anlatsam... Bir de Nobel Ödüllü yazar Harold Pinter'ın da adını okuyunca Ümraniye Sahnesi'nde oynayacak olmasına rağmen büyük bir heyecanla yanıma yedi arkadaşımı da ayartıp yollara düşüyorum.
     Nerden başlasam nasıl anlatsam dedim ya, sanırım yollarda nasıl da süründüğümüzden bahsetmeliyim öncelikle. Söz konusu hat 14B, binip de akbil basan ellerim kırılsaydı keşke, otobüse binip Kadıköy Rıhtım'dan 18.40 aracıyla ayrılıyoruz ve yola koyuluyoruz. Sabah yine aynı hattı bir ara okuldan Kadıköy'e doğru kullanırken muavine ne kadar süreceğini sorduğumda 70 dak. gibi bir cevap aldığımdan, gider orda bir şeyler yeriz, belki oturur birer çay içeriz falan düşüncesiyle yoldayız. Saat 20.10: Şoförün yanına gidiyorum, sahneye daha ne kadar olduğunu soruyorum, trafiğin ortasında 5 cevabını alınca şoke olup "İnsek yetişir miyiz ki, ilk perdeye giremeyeceğiz bu gidişle" diyorum, aldığım cevap "Benden önce gidemezsiniz" oluyor. Araç belediye otobüsü, halk falan değil yani, tüm karamsarlığımızla oyuna beş dakika kala otobüsten inip koşmaya başlıyoruz. Yerlerimize oturuyoruz ve ne yemek, ne çay ne de lavabo görmeden oyun başlıyor.
     Sahne tasarımı çok hoş, hatta çok yaratıcı; fakat salonun eğimi sahnedeki dekorun eğimi kadar yok; her kata iki sıra koltuk yerleştirilmiş, haliyle de önünüze benim gibi saçlarını dikmekten hoşlanan bir bey oturduğunda sahnenin çeyreği görüş açınızdan çıkıyor. Burada oyun izleyecekseniz tek sayılı sıradan koltuk alın.
     Bana mı denk geldi bilinmez, Ümraniye Sahnesi'nin izleyicileri zorla bir piyesi izlemeye getirilmiş bir grup öğrenci gibiler. Kucaklarında haşır huşur poşetler, yüksek sesli kritikler, mızıldanmalar, muhabbet etmeler... Tamam oyunu beğenmemiş olabilirsiniz ama kimseyi de koltuğa bağlamıyorlar sonuçta orada. Bir daha o sahnede bir oyunun temsilini görmeye gitmeyeceğimi zannediyorum.
      Oyun mu? Ali Taygun bu eseri sahnelemeyi çok istemiş ama hep sansüre takılmış, o sebepten ayrıca bir değerli görülüyor tiyatro çevrelerince. Fakat ben ısınamadım, nereye varmaya çalıştıklarını anlamadım, bir komedi neden bu kadar uzun tutulur kavrayamadım. Cem Davran sahnede kah Mazhar oldu kah Recep İvedik. Olmadı, ne kadar Davran hayranlığım üstelese de kanırtmama rağmen içime sinmedi. Belki İngiliz esprileri vardı içinde Türkçe'ye çevirince manasız kaldı, belki de ben hiç İngiliz esprilerini anlamadım.Konu en geneliyle bir sistem hicviydi ama bence oyunun sonu yoktu, havada kaldı, karakterler çok plastikti. Yer yer cinsel espriler katılmış bir çocuk oyunu gibiydi. İsimlere aldanıp da gitmeyiniz, sıra buna gelene kadar Şehir Tiyatroları bünyesinde birçok sağlam eser var.

23 Mart 2011 Çarşamba

King Kong'un Kızları

     Bu oyunu göreli epey oldu aslında. Devlet Tiyatroları Cevahir 2. Sahne'deki galasına gazeteci bir arkadaşım sayesinde katılma fırsatı bulmuş, arka sıra denilebilecek bir koltuğa yerleşip neredeyse balkon yüksekliğinden izlemiştim. Oyunun şimdilerde turneden dönüp tekrar oynandığını okuduğum için duruma müdahale etmeye karar verdim.

     Söz konusu oyun bir Alman yazarın elinden çıkmış ve kendi memleketinde ödüller almış. Olay bir huzur evinde geçmekte. Sona iyice yaklaştıklarını düşündükleri yaşlıları zehirledikten sonra onların o nezih, saygı duyulası duruşlarına müdahale edip sözüm ona son yolculuklarına "ışıklarla" gönderen bakıcılar bu King Kong'un kızları. Türk aile yapısına ters oluşundan mıdır bilinmez öykünün huzur evinde geçmesinden duyulan rahatsızlık bir yana da o bakıcıların arasındaki diyaloglar ve davranış biçimleri yer yer öfke uyandırıcı oldu. o gece Suna Selen yine muhteşem performansıyla göz doldururken bir ara etkili sesiyle "Acıyor, acıyor!" diye feryat ederken içimde akan kin nehirlerini tasvir edemem.

     Bunları söyledim ama oyunu çok beğendiğim zannedilmesin, evet yer yer değişik duyguları hissettirmeye çalışmış olsa da bana çok boş ve sakız gibi sündürülmüş diyaloglarla doldurulmuş gibi geldi. İlk perdede yaklaşık olarak 20 dk. süren komodin muhabbetinin maksadını anlamadığım gibi bir yere bağlanmamış olması, yersizce serpiştirilmiş erotizm kokan konuşmalara hatta sahnelere varmış olması "seks sattırır" politikasıyla iyice şişirilmiş olduğunun kanıtı bence. Zaten nerede, nasıl bittiğini de anlamıyorsunuz. Havada kalıyor. Belki benim anlamadığım bir felsefesi vardı, durup dururken ödüller verilmiyor sonuçta ama belki de Türk bakış açısıyla bu yakalanamıyor. Garip bir oyun...
     Oyun bitince sahneye çıkan yönetmen Işıl Yücesoy'un yaptığı işten çok gurur duyduğu belliydi ama kinaye mi değil mi anlayamadığım "Devlet Tiyatrosu'na bye bye diyorum" cümlesi beni dumura uğrattı. Açıkçası Yücasoy'un jübile olarak bu oyunu seçmiş olması beni hayal kırıklığına uğrattı.



22 Mart 2011 Salı

Black Swan

     Sanırım sinemalar artık kaldırmaya başlamışlar ama ben ancak yazabiliyorum, belki DVD için fikre ihtiyaç duyarsınız. Öncelikle neden bu posteri seçtiğimi söylemek istiyorum: Çünkü filmi betimlemesi açısından bu en sağlam gözüktü bana, ayrıntılarında bilinçaltına "Hazır ol!" sinyalleri gönderiyor, ne beklemeniz gerektiğini biliyorsunuz.
     Sinemada her filmi izlemeyi sevmem, hakkını veren filmi bulmak ve memnun kalmak benim açımdan zordur; bu sebepten nadiren Türk filmi izlerim sinemada. Ama bu film beyaz perdenin hakkını vermekte çok başarılı, izlediğim iki saat boyunca hiç sıkılmamış olmakla birlikte ara çabuk bitse de başlasa artık moduna bile girdim. Ah bir de içimi kıvrım kıvrım kıvrandıran o kan ve tırnakları bir arada gördüğümüz sahneler de olmasaydı... Giderek anneme benziyorum galiba ya da yönetmen kamera oyunlarıyla hakikaten kendime olmuş kadar derinden hissettirebiliyor kareyi; bilemiyorum.
     Filmde Natalie Portman harikalar yaratıyor, olgunlaştıkça daha tadından yenmez bir oyuncu oldu. Filmi  izlerken hakkındaki ilk yorumum, dans sahnelerinde dublör kullandığı olmuştu çünkü çocukluğunda bale eğitimi almadığını biliyordum. Fakat öğrendim ki bu film için iki yıl boyunca bale eğitimi almış ve artık pisi pisi görmek istemediğini ifade etmiş; filmde ayakları nasırlıydı zaten, ben olsam ben de aynını derdim  herhalde. Oscar'ı sonuna kadar hak etmiş o yüzden.
     Ve film... Merkezde balerin kızımız; günden güne değişen psikolojisi, korkuları, yaptıkları, başarmaya çalıştıkları, mükemmeliyet takıntısı... Filmi izlerken Nina dışındaki her şeyi yüzeysel görüyorsunuz, yönetmen böyle istiyor, zaten Nina da böyle görüyor; sadece mükemmel olmak istiyor ve başaramamaktan korkuyor. Sonunda da karşınızda sağlam bir psikolojik gerilim buluyorsunuz. Konu çok klasik aslında ama yönetmen öyle başarılı ve anlatmayı öyle bir becermiş ki... Tadından yenmiyor. Bana sorarsanız filmin bazı yerlerini bilerek tam idrak etmeniz engellenmiş, çünkü Nina'da da aynı problem var; aynen onun bildiği ve gördüğü kadarını biliyorsunuz. O anlayamıyor, gerçek o mu bilmiyor; siz de bilmiyorsunuz. Spoiler vermemek için burada kesiyorum.
     Filmi izlemeden önce dikkat etmeniz husus yaş sınırının 15A olması yani "15 altı ebeveynleriyle izleyebilir" fakat ben yine de 15 altının da izlememesi gerektiği kanaatindeyim zira tam da psikoseksüel olarak etkilenmeye çok açık oldukları yaşlarda izlemelerini sakıncalı buldum. Bir de eğer Family Guy izleyenlerdenseniz benim gibi Mila Kunis (Meg Griffin seslendirmeni) konuşurken Meg'i bulacağınızdan garip duygulara kapılabilirsiniz.

19 Mart 2011 Cumartesi

Vahşet Tanrısı

      Bu oyun için yaklaşık altı aydır bilet kovalıyordum, Cennet Kültür Merkezinde'ki Küçükçekmece Devlet Sahnesi'nde yer bulunca bir buçuk saatlik yolu göze aldım ve gözüm kapalı aldım biletleri. Metrobüs sağolsun çok da zor olmadı Cennet'e ulaşmak ama kültür merkezinin girişi indiğimiz yöne ters olduğundan neredeyse tam bir daire çizdik kapıya ulaşana kadar. İçeride ise yeni olduğunu hissettiren çağdaş uygulamalar vardı.
     Yerime yerleştiğimde perde açıktı ve oyundan önce dekoru inceleme fırsatı buldum. Karşımda sıcak bir ev ortamı vardı; kırmızı laleler, ev tipi bar(oyunda lazım olacağını önceden okumuştum), sofistike bir oturma grubu... Oyun başladığında tartışma halinde iki çift görüyorduk. Gayet düzeyli olan aileler birbirlerinin çocuklarını haklı buluyor ve tatlı sona bağlamaya çalışıyorlardı. Bunu yaparken avukat olan beyin susmayan telefonu (ki zil sesini çok sevmiştim yoksa pek çekilir tarafı yoktu) bunu sürekli sekteye en son açılan Rom içlerindeki gerçek benliklerinin ortaya çıkıp maskelerini fırlatmalarına sebep oluyor. Alkolün etkisi egonun kontrolünü kaybedip idin ortaya çıkmasına sebep olurken karakterimizin aile yapımıza ve yetiştirdiğimiz çocuğa nasıl da doğrudan yansıdığını anlatmaya çalışan bir mizah karşımızdaki. 
     Bu kadar uzun beklediğimden midir bilinmez oyuncuların profesyonelliği olmasa izlemeye tahammül edilemeyecek bir konu, zira çok klasik; hem konu hem de tarz olarak. Belki de sorun benim yaklaşık iki yıldır yoğun olarak formasyon dersleri görmemden kaynaklı bu tip hikayelere gark olmuş olmam. Sahnede Freud tabanlı espri yapılmaya çalışılıyor adeta. Ayrıca okuduğum kritiklerde Tekindor'un performansı çok beğenilmiş fakat ben çok taşkın, çok abartı buldum. Sorarsanız ki "Çok mu kötüydü?", kötü diyemeyeceğimi belirtmeliyim ama kendisinden daha iyisini beklerdim. Ama oyunculuklar görülmeye değer, yılların birikimini iyi kullanmışlar.
     Diyorsanız ki: Ben gülmek istiyorum, konu çok da önemli değil; ben zaten klasik tarzda gülmeceleri severim, oyuncuların rollerinin hakkını versin yeter. Tam da aradığınız oyun fakat Çehov'un Çok Yaşa Komedi'si sizi bayıyorsa uzak durmanızda fayda var.


Frida Kahlo&Diego Rivera

     Kaçırmak üzere olanlar için güzel haberle başlayayım, sergi 27 Mart Pazar akşamına kadar uzatıldı. Ben geçtiğimiz Çarşamba günü Pera Müzesi'ndeydim ve o günün "öğrenciye beleş" olduğu müze politikası yüzünden içerisi tam bir ana baba günüydü. Resimlere uzun süre bakmayı, sindirmeyi severim fakat arkamda yığılan kalabalık yüzünden bu pek mümkün olmadı. Üstüne üstlük bir de Frida Kahlo hakkındaki filmi izleyip de yalan yanlış yorumlamış teyzelerin sağdan soldan duyduğum konuşmalarıyla biraz irite oldum. İnkar etmeyeceğim. O yüzden Çarşamba gününü tercih etmemenizi tavsiye ederim.
     Ben Frida'yı Rivera'dan daha yetenekli ve yaratıcı buluyorum ki sanırım birinin ismini diğerinin soy ismini kullanmamdan Frida'nın daha samimi olduğunu düşündüğüm fikrine kapılabilirsiniz, haklısınız. Bir kadın iç dünyasını elinde fırça, kalem, boyayla bize yansıtıyor ve bunu gerçekten ziyadesiyle başarıyor. O yüzden sergiyi anlatırken Frida odaklı konuşmaktan alıkoyamayacağım sanırım kendimi.
     İçerideki resimlere gelirsek, Gelman koleksiyonunun parçalarından toparlanan sergide en sık rastlanan tür Frida'nın otoportreleri. Tüm sergi düşünüldüğünde Frida denildiğinde akla ilk gelen Dorothy Hale'in İntiharıİki FridaMiscarriage in DetroitWhat the Water Gave Me eserleri yok belki ama gerçekten Frida'yı hissedeceğiniz birçok parça orda. Bunların dışında babası bir fotoğrafçı olduğundan, onun çektiği fotoğraflarla; ayrıca New York'ta çekilmiş başka fotoğraflarıyla da karşılaşabileceğiniz; kendisini canlı olarak birçok karede görme şansı elde edebileceğiniz sergide otoportrelerinde resmettiğinden daha güzel bir kadın olduğuna siz de ikna olacaksınız.
     Ben son olarak belgeseli izledim. Evet, içeride bir de "Frida'nın Yaşamı ve Ölümü" adlı yakın dostlarının ağzından Frida temalı bir belgesel var. Eğer kendisiyle ilgili fazla bilginiz yoksa, pek tanımıyorsanız, onu yalnızca bir Meksikalı aktivist sanıyorsanız resimlerini görmeden evvel o videoyu izlemenizi tavsiye ederim. Zira onu tanımadan resimlerini anlamak bazen zor olabilir. Çünkü hayatının, acılarının, özlemlerinin yansımasını aktarıyor tuvaline...






18 Mart 2011 Cuma

Çarlık Rusyası'ndan Sahneler

     Aylardır sergilenen bu parçaları ancak görme fırsatı bulabildim ki birkaç güne kaldırılacak zaten. Annemin gazetede bulup Ivan Şişkin resimlerine olan hayranlığı dolayısıyla burnuma dayadığı mürekkep kokan o üçüncü kalite kağıttan sonra özellikle onun yoğun isteği üzerine oradaydım. İyi ki de anlata anlata bitirememiş, zira ben de kısa tutmak istememe rağmen çok şey anlatmak istiyorum.
     Sergide beni en çok etkileyen tabi ki özellikle portrelerde vuruculuğunu arttıran gerçeklikti, sanki bir fotoğrafa dahi değil de bizzat o kareyle karşı karşıyaymışsınız gibi; gözlerinizin içine bakan insanlar, karşınızda uzanan yemyeşil bir orman, alev alev yanan evler... Beni en çok etkileyen parça galiba birçokları gibi Ilya Repin'in "What An Expanse-1903" (solda) parçası oldu ki o kirli denizin içinde bana hissettirdiği şahlanan özgürlük fikriyle beni benden aldı. Zamanın Rusya'sını betimlemek için mükemmel bir ide...

     Aslına bakarsanız her şeyi bana bıraktığınızda ben bütün resimlerin fotoğraflarını burada yayınlamaya kalkacağım ki bu çok etik olmayacağı gibi araya objektifin soğukluğu girdiğinden aynı etkiyi göremeyip benim etkilendiğim kadar etkilenemeyeceksiniz. Mesela sağdaki resim Vasily Maximov'un "Blind Master (1884)" adlı eseri ki ustanın gözlerindeki o boş bakışların sorumluluk bilinciyle doluşunu naparsanız yapın bire bir karşılaştığınızdaki gibi göremiyorsunuz.
     İçinizi karartmak gibi oluyor belki ama serginin neredeyse tamamı acı ve sefalet dolu; öyle ki insan olan her resimde biraz hüzün, biraz isyan, biraz pişmanlık var. Mesela Nicolai Bogdanov'a ait  "At the Doors of a School" (solda) adlı bu eserde kapıdaki çocuğa bakarken göremediğiniz o belki de çamura bulanmış o bembeyaz yüzünden boncuk boncuk yaşların süzüldüğünü hissedebilirsiniz. Benzer şekilde hemen üstteki küçük fotoğrafa tıklarsanız fotoğrafçasına derken ne demek istediğimi belki de daha iyi hissedebileceğiniz Nikolay Kasatkin'e ait "Orphaned(1891)" eserini göreceksiniz ki ben bu resimlerin bir arada sunulduğundan mıdır bilinmez tüylerim havada gezdim o kısmı. 
     Son olarak göstermek daha doğrusu yayınlamak istediğim parça ise Grigory Sedov'un resimdeki kumaşların hem cinslerini hem de yumuşaklıklarını, katlarını ve de insanların aklından geçenleri bize adeta hissettiren, gösteren ve okutan eseri "Ivan the Terrible admiring Vasilisa Melentieva" olacak. Ayrıca Çarlık Rusyası'ndan Sahneler sergisi için Pera Müzesi tarafından bastırılan broşür için tıklayınız. Son broşürler bittiğinden danışmada bulamadım ben.
Israrla yayınladığım eserlerin dışında not aldığımız birçok eser oldu:
Nikolay Koşelyev-Music Lessons(1865)
Kapiton Zelentsov- Painter Pyort Vasilyevich Basin's Studio (1883)
Vladimir Makovski- Bank Crash
                             -Father in Law(1888)
Abram Arhipov-on the Volga River (1889)
Mikhail Nesterov-Church Going Bell
Nikolai Sverchkov-Travellers (1865)
                            -Horses and Borzois Cought in a Snow Storm (1870s)
Ivan Şişkin-Palm Forest
                -Sunnyday Brook in Birch Forest(1883)
                -Before a Storm
Ivan Endogurov-Start of Spring (1885)
Ivan Pelevin-Firstling(1888)
Konstantin Makovski-Reaper(1871)
Leonid Solomatkin-Fire in the Countryside(1870s)
Akim Karneyev-An Unequal Wedding(1866)
Karl Lemokh-New Acquaintance (1885)
                    -Summer(with Congratulations) (1890)
Alexei Korzukhin-Crust of Bread(1890)
Ilya Repin-Barge Haulers on the Volga(1870-1873)
Valery Jacobi-Serene holiday of a beggar(1860)
Konstantin Savitsky-Dark People(1882)

1 Mart 2011 Salı

Buluşma Yeri

N'aparsam yapayım, ne dersem diyeyim bu oyuna anlatmak için hep eksik hep yetersiz kalacak... Söz konusu Koveçevic olduğunda kelimeler kifayetsiz gerçekten.
     Buluşma Yeri, Kovaçevic'in üçlemesinin ikinci oyunu. İlki olan İntiharın Genel Provası'nı görmüş olmama rağmen henüz size aktarma fırsatım olmadı. Fakat itiraf etmeliyim ki bundan çok daha fazla etkilendim. Oyunun başlamasına 5 dakika kala kapıdan giriyorum ve kulağıma çalınan orkestra sesiyle ambale olmuş bakışlarla çok geçmeden kendimi bir düğünün ortasında buluyorum. Öyle ki cebimden telefonumu çıkarıp fotoğraflarını çekmeyi bile akıl edemiyorum.
     O düğünle birlikte salona giriyoruz şen şakrak, karşımızdaki sahne tasarımı arkeolojik buluntulara meraklı beni mest ediyor. Bizi karşılayan düğün arkada devam ederken silahlar patlıyor, önde ise hasta yatağındaki Profesör hakkındaki konuşmalara savaş hakkındaki yorumlar katılıyor ve... Gerisini anlatmak istemiyorum pek zira gidip görün istiyorum.
     Sezai Aydın'ı küçüklüğümde Kaynanalar'da izler ve samimi ya da çocuk aklıyla sevimli bulurdum. Şimdilerde Yahşi Cazibe'de Bay Hayatta Üç Şeyden Nefret Ederim nam-ı diğer Hulusi Bey yılların tecrübesini bence pek yansıtamıyor, öyle ki Bora Seçkin almış başını yürümüş bu oyunda sonrasında da Selçuk Soğukçay; oyunu referans alırsak Savskiler... Yanko Savski'nin ilk perdenin sonunda söylediği etinize batan cümleler gerçekten canınızı yakıyor: "Bugün dünyada her saniye açlıktan bir insan ölüyor. Tıp hiçbir zaman tedavi edilemeyecek en tehlikeli ve modern dünyanın ölümcül hastalığının 'açlık' olduğunu kabul etmeyecek. Kabul etmez. Çünkü ilaç, o hastalık konusunda susmaları için para verenlerin elinde."
     Buluşma yeri; sonsuzluk yeri aslında, nerede olduklarını bilmeyen ama oradan kurtulmak isteyen, yaşarken bir şeylerin kıymetini bilememiş ve hayatta olanların aynı şekilde yaşadığını bilerek azap çeken, tabutlarını sırtlarında taşıyanların yeri... Zincirlerini boyunlarında taşıyanların yeri... "Ölümden önce hayat var mıydı?" diye soranların yeri...
     Aslında oyun tam bir denge içinde; gülmek istiyorsanız, ders çıkarmak istiyorsanız, dram görmek istiyorsanız hepsini herhangi birinin diğerine üstün geldiğini hissetmeden görebileceğiniz bir oyun. Ama benim aklımda kalan en net cümle şu oldu: "İnsanlık tarihi ölülerin tarihidir aslında..."
     Buluşma yerindekilerin hep bir ağızdan söyledikleri şarkı da çok çarpıcı, sizin için bulup yapıştırıyorum, çünkü ne ezberleyebildim ne de ordayken tam olarak seçebildim bazı kelimelerini:
kiraz açar bayırlarda
artık ilkbahar da yolda
her şey aynı memlekette
her şey aynı ülkemde
sadece ben yokum artık


asma yeşillenir ince ince ince

eski damı sarar o güzelce o güzel



kiraz açar bayırlarda

artık ilkbahar da yolda
her şey aynı memlekette
her şey aynı ülkemde

23 Şubat 2011 Çarşamba

Sanctum


     Şu afişi gördüğünüzde gerçekten güzel bir şey bekliyorsunuz, gözünüzde 3D gözlükleriyle suyun altında nefessiz kalma korkusu yaşamadan fink atacağınızı sanıyorsunuz. Ama öyle olmuyor maalesef, ne Titanic'teki epik senaryoyu buluyorsunuz ne de Avatar'ın ilk kez gördüklerinizi göstermesini... Sanctum, bana göre The Cave ve Poseidon filmlerinin basit bir karması gibi olmuş. Yaşlı çocuk tanrıyı oynar, zengin çocuk şımarıklık yapar, kadınların saçı uzundur, küçük çocuk önce ergenlik yapar sonra büyür ama filmde bir silah varsa mutlaka patlar. O diş parlıyorsa filmin sonunda yaşamak veya ölmek ona bağlıdır ya da bu filme göre konuşursak... 

     3D'ye para verilir mi diye tartışmaya gittim bir yandan bu filme, the Saw izlerken üzerime yağan organlar yüzünden pek test etmeye fırsatım olmamıştı ama anladım ki hiç gerek yok, yakındaki insanların öndeki bir karton manken gibi gözükmesinden fazlası değil çoğu zaman. Bir de gözlükler gördüklerinizi kararttığı için alabileceğiniz zevki de kısıtlıyor bir bakıma. Sonuç olarak sinemada izlemeye değmeyecek bir film, evde de izleyecekseniz sona bırakacaklarınız arasına almanızı tavsiye ederim.

21 Şubat 2011 Pazartesi

Köşe Bucak Gökyüzü


Sabancı Üniversitesi lokomotif olmuş bu etkinliğe, geçen yıl bir arkadaşım katılmıştı ve bu yıl da tekrar yapıldığını öğrendiğimde adımı yazdırdım. İyi ki de yazdırmışım. Sabah 8'de servise binip Tuzla'ya gidiyoruz. Derslerin verileceği dersliğin kapısında bir catering grubu kahve kokularıyla karşılıyor bizi. Derse geçerken dersliğin akustiğinin ve ışığının çok iyi ayarlandığını farkediyorum, öyle ki astigmat olduğumu saatler sonra hatırlıyorum. İlk olarak bu programın ne olduğunu anlatıyor Mehmet Ali Alpar ve Ersin Göğüş Hocamız da Bilim Eğitiminde Astronomi Projesi'nin ne olduğunu ve neden önemli olduğu hakkındaki sunumunu yapıyor.Bu sunumlar sırasında hocalarımız yararlı olabilecek birçok internet sitesinin adresini veriyorlar. Bunların bir kısmını buradan bulabilirsiniz. Bunlara ek olarak kendisi bir fen öğretmeni olan Kenan Okan'ın web sitesi olan www.kenanokan.com ayrıca www.galileoteachers.org adresinden de Galileo Elçileri'nin Dünya çapındaki etkinliklerini takip edebilirsiniz. www.worldwidetelescope.org adresinden ise gökyüzünden alınmış imajlar var. 
     Kahve arasından sonra bir gök atlasının nasıl kullanılacağını anlatıyor Şirin Çalışkan ardından enlemlere göre hazırlanan bu gök atlaslarının bir de digital versiyonu olduğu ve daha geniş çaplı gök bilgisi ya da vizyonu elde etmemizi sağlayan bir program olan Stellarium'u anlatmak üzere Zeynep Avcı ve Arif Bayırlı karşımıza geliyor. Programın beni en çok etkileyen kısmı oldukça profesyonel olmasına karşın ücretsiz olması ve gündüz vakti atmosfer olmasa gökyüzünün nasıl gözükeceğini gösterebiliyor olması. 
     Yemek arasından sonra  Ünal Ertan Gökyüzünde Hareket sunumunu yapıyor ve dünden bugüne Astronomi tarzı bir dersle karşımızda... Takiyüddin'in III. Murat zamanı (1575) Tophane Rasathanesi'ni kurmasını fakat1577'de geçen kuyruklu yıldız ve 1578 yılındaki Veba salgınından sonra uğursuz sayılıp yıkılmasından bahsediyor bunun üzerine de Sayın Erdal İnönü'nün Üçyüz Yıllık Gecikme adlı kitabını da zikretmeden geçmiyoruz elbette. 
     Bu dersin ardından bir drama çalışması yapmak üzere bahçeye çıkıyoruz ve dünyanın eğikliğinden tutun da Güneş'in dönmesine, Yaz-Kış dönümüne, Boğa-Kova-Terazi gibi yıldız takımlarının yerleştirilmesine kadar her şeyi dramatize etmeye çalışıyoruz ki eğer bir Galileo Elçisi olmaya karar verirsek çocuklara bunları daha etkili biçimde anlatmayı başarabilelim. 
     Soğukta dramamızı yapıp uykumuzu açtıktan sonra tekrar içeriye dönüyoruz mutlu mesut ve Atakan Gürkan hocamızın samimi ders anlatımına bırakıyoruz kendimizi. Gün içindeki en yoğun ders olmayı da başarıyor bu saat, zira kabullenme olan fakat kanuncasına bize yedirilmiş bilgileri düzeltmeye çalışıyor hocamız. Bu derste aldığım notları yazmayı düşündüm fakat bu etkinliğe ev sahipliği yapan hocamız Defne Üçer yapılan sunumları internete koyacağına söz verdiğinden bunların linklerini o ekledikten sonra eklemeye karar verdim.              Dersler sona erdikten sonra Gökyüzü Gözlemi'ne sıra geliyor fakat hava bulutlu olduğu için gözlemimizi Celestia ve Stellarium üzerinden yapmak zorunda kalıyoruz ki değişik diyaloglarla şenleniyoruz. Bunlardan biri Zeynep Avcı'nın "Ay'ı doğduralım" demesi diğeri ise bir arkadaşımızın program hakkında "Mesela Güneş'i görmek istiyoruz, Güneş'i görebileceğimiz konuma gidebiliyor muyuz?" diye sorması üzerine Arif Bayırlı'nın ARA çubuğuna Güneş yazarak Enter'a basmasının ardından "Yerin dibine götürüyor bizi" demesi. Bu dersin slaytı olmadığı için burada verilen "Kadir" bilgisini yazmak istiyorum buraya. Kadir, yıldızların parlaklığını belirtmek üzere Vega referans olarak alınarak oluşturulmuş sistemdir.
      Yazışmalarda okuduğumuz Defne Üçer isminin karşımıza bir asistan olarak çıkmasını beklerken bir hocayla karşılaşmak beni epeyce şaşırttı, Defne Hocanın bizimle bizzat ilgilenmesiyle gururumuz okşanmadı desem yalan olur herhalde. Sabancı Üniversitesi bizi çok iyi ağırladı ayrıca, çok misafirperverler; bizleri memnun etmek için her anlamda ellerinden geleni yaptılar. Bir sonraki toplantıyı iple çekiyorum.



11 Şubat 2011 Cuma

Kayıp Sembol

     Birçoğunuzun okumuş olabileceği bu kitabın kaydını bu kadar ertelediğim için özür dilemek istiyorum öncelikle. Birkaç kişiden duyduğum Dan Brown'ın randımandan düştüğü yolundaki yorumlara katılmıyorum, bence sadece biraz yazım tarzını değiştirmiş. Şöyle ki:

     Eskiden hikayeye, olaya ilk sırayı verip yanında bilgi verirken bu kez bilgi kısmına daha çok ağırlık vermiş. Masonluk hakkında birçok şey öğrenebileceğiniz romanda tıpkı Dan Brown'ın daha önceki kitaplarında yaptığınız gibi her şeye inanmamanızı da tavsiye ederim zira hikaye daha can alıcı olsun diye bazı mitleri de ekleyebiliyor. Eğer olaya odaklı bir okuyucuysanız siz de yazarın eski kitaplarının daha güzel olduğunu söyleyenlerden olacaksınız, "Kitap her şeye rağmen bir şeyler öğretmeli." diyenlerdenseniz bunu daha çok seveceksiniz.

     Yazar Türkiye'ye geldiğinde Güneri Cıvaoğlu'yla yaptığı röportajda ülkemizden çok etkilendiğini ve son kitabında İstanbul'a mutlaka yer vereceğini söylemişti; hayal kırıklığına hazır olun çünkü romanda yer alan İstanbul, Kartal Soğanlı Cezaevi'nden ibaret. Ama belki yeni kitabı İstanbul'da geçer de şehrin hakkını ziyadesiyle verebilir, özellikle Melekler ve Şeytanlar'da okuduğumuz Vatikan'ı aratmayacağını umuyorum o zaman.
     Okurken yaptığım tahminlere gelince, kitabın en büyük sürprizini doğru tahmin ettim fakat siz bana aldırmayın çünkü benim okumadığım polisiye-macera-cinayet tarzı roman çok azdır ve her şeye rağmen gözlerimi pörtleterek şaşkınlıkla okuduğum paragraflardan da bolca var Kayıp Sembol'de.

İçimdeki Katil

Karım, aşığı, kardeşim ve ben...
Orijinal adı Two-Way Split olan kitaba başladığımda bırakmayı düşünmüştüm aslında ki kolay kolay bunu yapacak biri değilimdir fakat kitaplara küsmeyi gerçekten beceremiyorum sanırım ki içimden geçen tüm "Yeter artık küfretmeyin" tarzı cümlelere rağmen devam ettim ve iyi ki de etmişim.
İskoç yazar Allan Guthrie karakterlerinde kullanmaktan çekinmediği kaba konuşmalara rağmen gerçekten çok iyi bir yazar. Özellikle kitabın son sayfalarını nefessiz okudum diyebilirim zira örneğini Türkçe olarak bulmak gerçekten zor. Bu şaşkınlığımın ardından yazar hakkında yaptığım araştırmadan sonra kitabın 2001'de CWA(Crime Writers' Association) Debut Dagger ödülünü aldığını, 2007'de ise Theakston's Old Peculier tarafından yılın cinayet romanı seçildiğini öğrendim. 

Kitabın sırtındaki özeti ve fiyatını görmek için tıklayınız.

31 Ocak 2011 Pazartesi

Kağıt Roket

      Aslında bunun yapım aşamasından başlasam daha hoş olacaktı sanırım ama yapması oldukça zahmetli ve kirli bir iş olduğundan gerçekten buna gönül vermiş biriyseniz hakkını verebileceksiniz, zira örneğin “120ºye yakındır bu kanatların açısı, uygundur” diyerek özen göstermediğiniz kanatlar irtifa kaybetmenize sebep olacaktır, ben bu konuda simetri takıntım sayesinde sorun yaşamadım. Sonuç olarak yapmak istediğinizde bizim gibi NASA’nın web sitesine başvurunuz çünkü ben anlatmaya başladığımda kirlettiğim pantolon ve sıklıkla zımparalamak zorunda kaldığım parmaklarımdan bahsedeceğim ki kötü etkilenebilirsiniz.
      Yapımında aydinger kağıdı ve balsa ağacı gibi hafif malzemeler kullandığım için roketin toplam uzunluğu 64cm. iken ağırlığı içindeki irtifa ölçen cihaz ve 5N’luk motorla birlikte 34gr. idi.
      Atışı Koşuyolu ve Altunizade arasında kalan bir kamp alanında yaptık. Roketi rampaya yerleştirdikten sonra geri sayım başladı: 5,4,3,2,1, fire… Atışın video kaydını alan arkadaşım yerden çekilen her video gibi yalnızca rampadan kalkışı görüntüleyebilmişti. Daha evvel deneme atışı yaparken rüzgar nedeniyle Çamlıca tepesine gönderdiğimiz roketle aynı kaderi paylaşmasını istemediğimiz için paraşütünü parçalamış olmamıza rağmen yere inerken oldukça yol katetti ve içindeki cihazı kaybetmek istemediğimiz için aramalar başladı. Yaklaşık 15 dakika sonrasında bir ağacın yüksek bir dalında bulduğumuz roket bir grup Fizikçi tarafından uzun uğraşlar sonucunda düşürüldü. Bir heyecan boynu kırılıveren roketin içinden çıkan cihazda okunan irtifa: 167m.
      Ardından elimde o boynu kırık roketle nasıl eve geldiğimi; insanların bana bakışını ve gördüğüm tepkileri anlatmayacağım…

24 Ocak 2011 Pazartesi

Body Worlds Istanbul

     Daha sonbaharda gitmiş olmama rağmen fikirlerimi bugün Avea'dan gelen smsle birlikte sunmaya karar verdim. Bildiğiniz gibi sergi süresi 27 Mart'a kadar uzatılmıştı yoğun istek üzerine. Bugün öğrendiğim şey ise "BODY" yazıp 5060'a yolluyorsunuz ve %50 indirim kodunuz anında size ulaşıyor. Reklam gibi oldu fakat bilet fiyatları yüzünden gitmeyi sürekli erteleyen arkadaşlarım için mükemmel bir fırsat olacağına eminim.

     Sergiye gelirsek; vücutların gerçek olmasından dolayı kokacağını ya da kokmasa bile tiksinti duyacaklarını ifade edenlere karşın ben böyle bir şeyle    karşılaşmadım zira ilkokul çocukları bile "tiksinti" konusunda umarsızca dolaşıyorlardı içeride. Sergide tüm vücudunuzun farklı dokularını, farklı bedenler üzerinde ayrı ayrı sergilemişler; kaslar, kemikler, organlar, damarlar... Hepsi ayrı ayrı. Eğer Biyoloji derslerinizde neyin nerede olduğunu ve nasıl bir şekle şemale sahip olduğunu kafanızda tam yerleştiremediyseniz tam size göre bir yer. Ayrıca en çok dikkatimi çeken çalışmalardan biri rahim içindeki ufacık bebek olmuştur. İnsanın oluşumunu ve gelişimini gözler önüne seriyor olması sergiyi ayrı bir çekici hale getiriyor, zigot evresinin üstünden 2 hafta geçmiş bir insan bedeninden(et parçasından) artık kamburu çıkmış yaşlı bir amcaya kadar her nesilden insan sizin onlara misafir olmanızı bekliyor. Sadece insan mı var sandınız? Çok yanıldınız öyleyse. Çünkü içeride damarlarlarıyla karşımızda olan bir tavşan, bir horoz ve iki güvercin var; binicisiyle birlikte bir katana ve de bir zürafa.

     Benim şahsi fikrim olarak gerçek gözlerin size bakıyor olması sizi rahatsız edebilir, ayrıca bedenlerin çoğunun erkek olmasından ya da çıplak oldukları fikrinden de rahatsızlık duyabilirsiniz ancak ben vücutların derileri olmadığı için çıplak bile sayılamayacaklarını düşündüm ve bu noktada rahatsızlık hissetmedim zira belli bir zaman sonra onların eskiden bir ruhu olduğu düşüncesinden sıyrılıyorsunuz. Ama sizden ricam eğer sigara içen bir bedenseniz oradaki "karaciğerli" bedenlerden lütfen rahatsızlık duyun.
     Çıkmadan önce internette araştırma yaparken gördüğüm ve gidip karşı karşıya kalmak için can attığım parçalardan birini göremeyince görevliye soruyorum "Hamile bir kadın vücudu vardı içindeki bebekle birlikte, gezmediğim bir alan mı kaldı acaba sergide?" diye, Türklerin kaldırabileceği bedenlerin getirildiğini ifade ediyor. (Bahsettiğim beden alttadır.)
     Konuyla ilgili daha serginin geldiği ilk ayda gidip orada projenin danışmanıyla konuşan arkadaşım Şükran Çifci'nin yazısına ulaşmak için linke tıklayın ve Mart 27'den evvel Karaköy'e mutlaka uğrayın. :)

Cinayet Bahane

     Kitapta yeni atanılan bir polis memurunun üstünde dönüyor aslında hikaye, her ne kadar ara ara karşımıza çıkan günce yaprakları olsa da "bir kadın polis"in hayatına saplanıyorsunuz, geçmişi, şimdiki duyguları ve durum hakkındaki analizlerden bağlandığımız duyguları yine. Genel anlamda Simon Serrailler beklemekten (kapakta dedektifimizin o olduğu yazılı) yoruluyorsunuz; daha çok ikinci plana itilmiş, ana karakter olmaktan çok çok uzak. 
     Aslında bir seri cinayet fikri olarak güzel, özgün bir şey olmuş, bu bir polisiye çöplüğünde istenen bir şey fakat romanı bir kadının yazdığı fazla aşikar; bir de kitabı bir kadın çevirince duygu çamuruna batıyorsunuz ki bu da polisiyede istenmeyen bir şey. En sonunda şaşkınlıklarınıza okuduğunuz onlarca sayfanın sonuçsuz kaldığını farkediyorsunuz ki gerçekten çok rahatsız edici. Evet iki günde bitirdiğimi itiraf etmeliyim, beklemediğim şeyler de oldu fakat yine de vasat bence.

13 Ocak 2011 Perşembe

Eyyvah Eyvah 2


     Kendisini bugün AFM Fitaş 4. salonda izledim ve nereden başlasam pek bilemedim. Sanırım önce salondan başlayacağım ki eski tip dümdüz bir salondu, içeriye girdiğimde "Yayla gibi" benzetmesi yaptım ve beni duyanlar tebessümle onaylamadan geçemediler. R sırasından izlemeye çalıştığım filmden önümdeki seyrek saçlı başın parlamasından korkmamdan sebep zevk alamayacağımı düşünmüştüm, intibah buydu... Reklamlar bittiğinde maalesef makinistin gazabına uğrayıp yaklaşık 7 dakika boyunca ışıklar açık izlemek zorunda kaldık. Sonra arkamda oturan bir bayan duruma daha fazla dayanamayarak müdahale etti ve ışıkların nihayet kapanmasıyla filme adapte olabildik ziyadesiyle.
     Filme gelince, ilkini izlemediğimi belirterek söylemeliyim ki bunun eksikliğini pek hissetmedim. Etrafımdaki insanlar sadece Trakya ağzıyla söylendiği için bazı şeyler gülmüş olsalar bile belki de benim Trakyalı olmamdan kaynaklı pek gülmedim bu sebepten, fakat gerçekten eğlendiğimi itiraf etmeliyim. İzleyiciyi çok sıkmayan, espri yapmak için çok zorlama şeyler kullanmayan bir komediden beklenen hafiflikte bir film olmuş. Olmuş... Gidiniz, tavsiye ederim.