20 Nisan 2011 Çarşamba

Romeo ve Juliet

     İki salkım ip, iki metre kumaşla Romeo ve Juliet yapılır mı, deli derler adama!
     Söz konusu bir Shakespeare oyunu olduğunda hep bir "Acaba..." cümlesi uyanır insanların zihninde. Söz konusu Shakespeare olunca çevirinin sağlam olması fazlaca önemlidir. Onun söz sanatlarını yitirmeyeceksin, aynı tadı vereceksin Türkçe'de. Gerçekten çok zor bir iş, çevirince de fazla süslü cümlelerden rahatsız olmasına engel olacaksın Türk'ün. Ayrıca zor bir iş bu.
     Fakat bu oyunda süslü kelimelerden, Shakespeare'in ağdalı cümlelerinden oldukça sıyırmışlar oyunu. Ara ara Romeo ve Juliet'in unutulmaz replikleri ağır ağır veriliyor, onun dışında sanki sen veya ben konuşuyormuşum gibiler. Seyirciyi yormamaya özen gösterilmiş, modern bir yorum olmuş; bunu sahne tasarımından ve kostümlerden de gözlemlemek mümkün.
     Oyun Montague ve Capulet kavgasıyla başlıyor doğal olarak. Birazcık anaokulunda tanık olduğumuz kavgalara benziyor ama modern yorum dediğimizde bunu göz ardı etmek gerek. Aslında konuyu anlatmama gerek yok sanırım, spoiler verme korkusu da gözetmiyorum; sonuçta Romeo ölecek, hepimiz biliyoruz.
     Söz konusu Mert Turak olduğu zaman bende akan sular durur, o sebepten oyuncular arasında onun ismini okuduğumda "Bu oyunu görmeliyim" derim, beni hayal kırıklığına uğratmıyor yine ve oyunculuğuyla göz dolduruyor. Ece Özdikici'nin ise Juliet rolüyle "Genç Yetenek" ödülünü aldığı düşünülürse üzerine fazladan yorum yapmaya da gerek yok. Ama bu oyunda en büyük alkışı tabi ki dadı rolüyle Hikmet Körmükçü hak ediyor.
     Bana sorarsanız Kemal Başar hakikaten başarmış. Yılların aşkına tango yaptırmış, ailelere rock müzikte kavga ettirmiş, zımbalı kotlar giydirmiş. Kısacası daha çok kremalı ama daha az bayan hale getirmiş. Herkes Shakespeare izleyemez ama o herkesin sıkılmadan izleyebileceği bir Romeo ve Juliet çıkarmış ortaya. O zaman haydi herkes doldursun salonu, Romeo ölmeli çünkü...


Oyunun İBŞT sayfasına gitmek için tıklayınız.

Pir Sultan Abdal

     Galasında görme fırsatı bulduğum oyundan ne beklemem gerektiğini bilmiyordum. Lisedeki Tarih derslerinde bir asi olduğu öğretilmişti sadece; "Devletlümüz"e karşı geldiği...
     Sahnede bir koyun postu var, üzerinde ise bir gül... Dekor çok sade, U şeklinde dizayn edilmiş merdivenler var; renk ise haki. Kendinizi bir bozkırda hissedebilirsiniz. 
     Oyun o postun etrafında bir dansla başlıyor, kostümlerin rengi dekorla bütünleşirken hareketliliği ise dansın göz doldurmasını sağlıyor. Dans biterken ise postu sırtlayıp üzerindeki gülün altını çiziyorlar. 
     Derken sahne kararıyor ve saz eşliğinde türkü dinlemeye başlıyoruz. Bir sahne bir türkü diye devam ediyor oyun. Normalde halk müziğini özellikle dinleyen bir insan değilimdir fakat gerçekten türküleri söyleyenin sesi öyle spesifik ki doyamıyorum. Bir de söz konusu Pir Sultan Abdal olunca onun sözlerine ve güfteleşmiş şiirlerine doyuyoruz.
      Ben Trakya'da Hanefi bir ailenin çocuğu olarak büyüdüm, dolayısıyla Alevi tanıdıklarımız pek yoktu; adetlerini, ritüellerini pek bilmediğim  gibi öğrenebileceğim bir ortama da giremedim. Fakat oyunda bir Cem Ayini'ne tanık oluyoruz ki beni gerçekten mest etmeyi başarıyorlar. 
     Galaların geneli alkış kıyamet olur, seyirci oyuncular selam vermeye başladıktan sonra ayağa fırlar ama bu oyundaki alkışlar ayrı bir canlıydı. İnsanların yüzlerindeki tatminkar bakışları kelimelere dökemiyorum. Ben dahil birçok seyircide gördüğüm ya da duyduğum şey ise şuydu: Ben Pir Sultan Abdal'ı tanımıyormuşum. Kanuni zamanını sadece "Muhteşem Yüzyıl"la tanımaya çalışanlardansanız mutlaka gidiniz, zira göreceksiniz ki Hürrem Sultan Şehzade Mustafa'nın kellesiyle uğraşırken halk Fransız İhtilal'i öncesi Fransa'sını yaşamaktaymış. 
      Uzun lafın kısası, oyun türkülerle taçlandırılmış insana bir şeyler katmayı başaran 140 dakika-2 perdelik bir oyundu. Doyabildiğimi ise asla söylemem.   



Pir Sultan Abdalım can göye almaz
Haktan emir olmasa rahmet yağmaz.
Şu ellerin taşı bana hiç değmez
İlle de dostun bir tek gülü yaralar beni




11 Nisan 2011 Pazartesi

Birdy

     Geçtiğimiz ay Tiyatro Günü'nde gördüğüm fakat ancak size yazma fırsatı bulduğum oyun Birdy. Uzun zamandır beyaz kuş kanatlarının dikenli tellerle çevrilmiş afişine bakakalıp gitme fırsatı bulamamaktan yakınırken arkadaşımın beni davet etmesiyle zevkten dört köşe olup Cevahir I. Salona yine son dakikasında ulaşarak yerime kuruldum. O kadar yorulmuştum ki arkadaşımın Basın forsunu kullanmasına fırsat tanımadan oturdum ve sonrasında hiç kıpırdamadım (= (Beni cezbeden afişi bulup koyamadım, eseflerimle bildirmek durumundayım)
     Oyundan önce gün özel olduğundan Ali Poyrazoğlu'nun "Tiyatro" hakkındaki bir yazısını okuyor bize oyundaki hademe, "Biz olmadan burda bir gösteri olmaz ama siz olmazsanız biz de olamayız" temalı yazı bittikten sonra oyun başlıyor. "Dünya üzerinde savaş olmayan sadece 11 gün var" cümlesini duyduysanız, doğru salondasınız.
     Düşünebildiğimiz için uygarlık denen bu kafesi inşa ettik, şimdi bu kafesten kurtulmak için düşünmek zorundayız.
     II. Dünya Savaşı sonrası İngiltere'sindeyiz. Sahne tasarımı bir savaş karşıtı oyun için mükemmel derecede soğuk, söz konusu mekan bir askeri akıl hastanesi olunca cuk oturmuş diyebilirim. Tasarım iki katlı; üst katta Birdy ve çocukluk arkadaşı Alfonzo'nun ilk gençlik yıllarındaki anılarına tanık oluyoruz, alt katında ise bugünlerindeki dramlarına. Birdy eskiden beri kuşlara meraklı bir insan ve savaş sonrası travma zamanında kendi özgürlüğünü bir kuş olarak bulmuş, psikolojik olarak insan olduğunu unutmuş... Arkadaşı ise onu bu durumdan kurtarmak, mental dengesini geri kazandırmak için akıl hastanesine gelmiş; anılarını hatırlayıp(hatırlatıp) o eski günlerdeki gibi yine mutlu olmak istiyor ama kendisi de savaşta fiziksel yaralar almış, çenesi kırık ve yüzü gözü sargı içinde. Savaşın onu yaşayanlardan neler götürdüğünü görmek için yazılmış ve layıkıyla oynanmış bir oyun olmuş.
     Oyunculuklar mükemmel, hele ki bir kuş rolü yapan Hakan Yufkacıgil benim de psikolojimi bozmayı başardı; neredeyse ikinci perdenin sonuna kadar boş bakıp öylece çömelmiş olarak dururken tam bir kuştu. Can Yılmaz ise sargılardan yüzü gözü gözükmeyip mimiklerini tam manasıyla verememesine  rağmen cesaretiyle içimize işledi. Genç Birdy rolüyle birçok insanı hakkında konuşturan genç yeteneğin adı ise: Onur Demircan.
     1984 yapımı aynı isimli filmi izlememiş biri olarak ben oyunu çok sevdim, hele ki Birdy ve Al ikilisinin sahip olduğu türden bir arkadaşlığım olmadığından ya da şöyle söyleyeyim: onlar kadar gençken böyle bir arkadaşım olmayıp hiç o kadar eski dostum olmadığından ayrı bir etkilendim. Görmenizi şiddetle tavsiye ederim.


2 Nisan 2011 Cumartesi

Tehlikeli İlişkiler

     Bu sezon izlediğim en iyi oyunlardandı diyebilirim sanırım. Garip bir şekilde en sevdiğim oyunları Muhsin Ertuğrul Sahnesi'nde gördüm, bu da salona daha bir ısınmama sebep oldu. Bugün oyununun Afife Jale Ödüllerine tam 5 dalda aday olduğunu okuduktan sonra yazmaya karar verdim.
     Yerime yerleştiğimde görüyorum ki son zamanlarda görmeye alışık olduğumuz gibi perdesiz bir sahne bekliyor bizi. Fakat karşımızda tüm sahneyi kaplayan üç dev ayna var ve bir duvar gibi karşımızdalar. Ben biraz kendime baktım, biraz da arkamdaki hareketleri çok meraklı gözükmeden izleme fırsatı buldum :) Ayna dediysem aklınıza camdan aynalar gelmesin, öyle olsa nakliyesi zor olurdu çok; o yüzden tahta plakalara yapıştırılmış dev yansıtıcı stickerlar düşününüz. Tam yansıma sağlayamıyorlar o yüzden, oyunun bitmesine yakın buna şükrediyorsunuz zaten.
     Oyun başladığında tüm dekorun aynalardan ibaret olduğunu görüyorsunuz, beş dev ayna... Aynalar dönüyor, oyuncular yürüyor; gördüklerinizin hangisi gerçek hangisi yansıma anlayamıyorsunuz (ki oyunun  temsili olarak mükemmel bir yorum) sonra birden aynalar kapalı kalıyor. Solda bir kadın mektup okuyor, cümlelerin bağlanışından aralarındaki ilişkinin boyutunu pek anlayamıyorsunuz. İşte o ilişkiden korkun. Çünkü birazdan mektubu yazan Valmont gelecek ve Fransız aristokrasisinin bütün çürümüş ahlakını gözler önüne serecek. Sosyetenin içinde yapılan politikayı, takılan maskeleri, içlerinde yanan nedensiz intikam hislerini ve bir kadının onurunun yalnızca eğlence için nasıl da ayakaltı edileceğini göreceksiniz. İkinci perdede değişen kostümlerle yalnızca Tourvel'in beyazlarla kalması tesadüf değildi ve ben öyle herkesi siyahlar içinde görünce arkadaşıma "Cenaze var galiba?!" demiştim. Choderlos de Lacros'un kitabını okumadım fakat oyuna çeviren Christopher Hampton gerçekten çok başarılı oyuna çevirmekte bence çünkü bir romanı oyuna çevirmek gerçekten meşakkatli bir iştir. 
     Oyuncuların hakkını yememek lazım tabi burada, aslında teatral anlamda gayet klasik oynuyorlar, o bakışlar, o duruşlar ama moderniteden uzaklaşılmamış çok. Kostümler mükemmel, tam anlamıyla 18. yy Fransa'sındasınız. Avrupa Yakası'nın Cem'i Levent Üzümcü, tüm ihtişamıyla bir kont olarak karşımızda, o pısırık Cem'den eser yok; tam bir oyuncu dedirtiyor. Tüm entrikaları doğuran kadın Merteuil olarak Şebnem Köstem çok başarılı; bir o kadar başarılı olan isim Tourvel olarak içimizi parçalayan, yerlerde sürünen, konuşma metninin olmadığı sahnelerde bile mimikleriyle karakteri ta derinimizde hissetmemizi sağlayan kadın Selin İşcan. Henüz çocukluğundan tam kurtulamamış ama kadın olmanın nasıl bir şey olduğunu merak eden, manastırdan yeni dönmüş kızımız Cecile'de ise Ece Özdikici var ki zaten yine bu "bakire" portresi çizdiği Juliet rolüyle Genç Yetenek Ödülü aldı geçtiğimiz hafta. Aslında herkes çok iyi ama aralarında Tomris İncer'in adı bile yeter sanırım.
     Kısaca; gidiniz, gidiniz, gidiniz... Hatta fazladan bir bilet daha alın, yanınıza da beni alın; alelade bir son beklemiyor sizi -ki ben sonunu bilmeme rağmen bir kez daha görmeye hazırım- yalnızca o aynaların oyuna kattığı çeşniyi tatmak için bile gidiniz(Ama benim tavsiyem -İBŞT'nin hakikaten birçokları gibi beni şaşırtarak sevişme sahnelerini çıkarmamasından ötürü- liselilerin grup olarak gelemeyeceği bir temsili tercih ediniz, yoksa Valmont dudaklarını her kadına dokundurduğunda gürültüye maruz kalacaksınızdır.) Oyunu göremeyecek kadar yoğunsanız, başka bir şehirden okuyorsanız aynı isimli Hollywood yapımı bir filmi de mevcut ama şuanda bendeki etkiyi bulabilir misiniz bilemem...